Kelebeğin Güyası


(bu karikatür hikayenin ilham kaynağıdır)




-Şimdi siz hikayenin başını bilmediğiniz için anlatmaya en başından başlamak zorundayım.

“Kelebek, böceklerin, pul kanatlılar veya kelebekler (Lepidoptera) takımının kanatlı fertlerine verilen genel ad. 150.000 kadar türü bilinmektedir. Vücutları kiremit dizilişi şeklinde renkli gözle zor görüle bilen pullarla örtülüdür. Pullar, uçları yassılaşarak genişlemiş kıllardır. Ufak sarsıntılarda koparlar. İki çift olan kanatlarının büyüklüğü türlere göre değişir. Pek az türde ve bazı türlerin dişilerinde kanat bulunmaz. Ayrıca kelebeklerin ömürleri de türlerine göre değişir. Bazısının ömrü 1-2 ay iken bazı türün ise 24 saattir. Bizim incelediğimiz kelebeklerin ömrü 1 ile 3 gün arasında değişir. …“

Gibi bilgiler veriyordu Genetik Bilimi ve Araştırma yönetmeleri hocası Ümmü Rabia Hanım. Kimsenin umru değildi ne dediği. Sonuç olarak vizeden bir hafta önce notları alıp, bir gün önce de (sınav saatine, göre sınav sabahı) çalışacaktık. Zaten laboratuvar aynı zamanda stüdyo olarak kullanıldığı ve stüdyo da hiç boş kalmadığı için dersi B07 sınıfında işliyorduk. Ayrıca RTS okumamıza rağmen Genetik Bilimi dersi görmemizi hiç kimse yadırgamıyor ve okulun bize attığı bir kazık olarak görüyorduk.( Bu olay tamamen ayrı bir hikayenin konusu.) Hoca birkaç kelebek türü ve elinde ufak bir mikroskopla sınıfa gelmişti. Elindeki mikroskop doğu sahilinin en ufak elektron mikroskobuydu.  Mikroskobu sağlıklı bir biçimde görmemiz için bir tane daha mikroskop gerekiyordu. Hoca süper kelebeğin oluşumunu anlattı.  Birkaç kelebeğin DNA’sını birleştirerek bilimsel çalışalar sonucunda yeni bir kelebek türü oluşturmuşlar. Bu türden sadece 15 tane üretmişler. Ne boş işlerle uğraşıyorlar nasıl olsa ömrü bir gün, en kötü ihtimalle 3 güne ölecek diye düşünüp kelebek kavanozuna bakarken içinde 15 tane değil de 14 tane olduğunu fark ettim. Söyleme gereği duymadım. Yanlış saymışım korkusuyla tatava yaratmaya gerek yoktu. Nasıl olsa geveze biri söylerdi. Ben tam bunları söylerken kayıp kelebek nemo yani çetenin 15.elimin üstüne kondu. Elime ilk defa kelebek konmuştu ve ne diyeceğimi bilemedim.  Bir an göz göze geldik. İnsan hayatında kaç defa kelebekle göz göze gelir bilmem ama bu son kez olabilir. Sivrisinek edasıyla beni süzdü ve elimi ısırdı! Kelebek iğnesi kadar bile acımıyordu…

Okuldan çıkıp vize notlarını aldığımda İçimde gereksiz bir mutluluk vardı. Sanki içimde kelebekler uçuşuyordu. Garip bir baş dönmesi vardı. Ayakta zor durdum. Eve gidip hemen uyudum. Rüyamda simsiyah bir ekran gördüm. Zaman nasıl geçti anlamadan uyandım. Uykumu tam alamamıştım ama uyuyamıyordum. Elimdeki ısırık izine baktım kafamda bir şeyler cereyan etmeye başladı. Hemen dersin vize notlarını kurcalamaya başladım. Hoca notu çok uzun olduğu için öğrenci notlarına baktım. Süper kelebek notu ve 14-15 ayrıntısını okuyunca flashback falan oldum. Fantastik film merakım ve çerçeveli gözlüklerim sayesinde  İşi çözmüştüm. Radyoaktif ortamda hazırlanmış bir kelebek tarafından ısırılmıştım. Artık ben kelebek adamdım!
Bir an önce süper kahraman ciddiyetine sokmalıydım kendimi. Halk , işçi, esnaf,  memur, öğrenciler haksızlıkla savaşmam için beni bekliyorlardı. Fakat bir türlü moda giremiyordum. Sonuçta bir kelebektim ve 3 günlük ömrüm vardı zamanım çok azdı. Bu kadar kısa zamanda insanlık içinde ne yapabilirdim. İnsanlığı salla gitsin de 3 gün sonra ölecektim. Süper kahraman olduğumu öğrenmem, 3 günlük ömrümün kalmasını öğrenmemden farksızdı. Kendim için mi yoksa insanlık için mi bu 3 günü harcamalıydım. Süre git gide azalıyordu. Ruhi Mücerret’i bile bitirmemiştim.  Ama 3 günün belli kısmını daha buna ayıramazdım. Kemal Sunal’ın Korkusuz Korkak filmindeki Mülayim karakterinden tek farkım süper kahraman olduğumu bilmem ve olayda hiçbir karışıklığın olmadığıydı. Kelebek bizzat beni ısırmıştı.

1. Gün
Böyle düşüncelerle sabahı ettim ve ilk-son 3 günüm başladı. Benim hayatıma iyi bir sanat yönetmeni lazımdı. Bir süper kahramanın en önemli özelliği kostümüydü, imaj önemliydi.Hemen Beşiktaş Sahil’de durak kafeye gittim. Tahminde yanılmadığım üzere Enes oradaydı ve masasında iki çay vardı. O da tahmininde yanılmamıştı ve çayımı söylemişti. Bilirsiniz kadim dostum Metin Arslan’ın dediği gibi “Önemli konular çay içerken konuşulur.” Belki söz tam böyle değildi ama blogu açıp yazıyı arayacak vaktim yoktu. Enes’le sanat ve İstanbul yaşantısı ritüelimizi gerçekleştirdikten sonra direkt konuya girdim.”Bana bir Kelebek Adam kostümü lazım.” Enes’in zaten kalkık olan kaşları şaşkınlıktan yok oldu. Muhtemelen kaşları ensesine gitmişti.”Nasıl en!”. “Bana kelebek adama kostümü lazım. Böyle bir tasarım yapmanı istiyorum. Böyle tişörtün önünde K falan olsun.” Enes İlhan perisi edasıyla “B olsun B. Sonuçta uluslar arası bir kahraman kostümü olmalı. Butterfly Man.”dedi. Bu fikir oldukça hoşuma gitmişti. Sonuçta insanlık için çalışan evrensel bir kahraman olacaktım. “Süper” dedim. “He süper. Kanka nerden bulayım ben kostümü ya ne için lazım? Daha basit bir şey yapamaz mıyız? İstersen nikah memuru cübbesi bulayım.”dedi.  Lazım olmasının gerçek sebebini ona söyleyemezdim. Çünkü benim süper kahraman olduğumu öğrenirse kötü adamlar sevdiğim kişilere zarar verebilirdi. En sevdiğim dostumu ateşe atamazdım.”Film çekeceğiz kanka. Önemli bir iş.”dedim, yedi. Hemen fikir yürütmeye koyuldu. “Madem kelebek adam biz de kanatlı, taytlı bir kostüm yapalım.”dedi. Süper kahraman deyince kanadı taytı yapıştırdı klasik olarak. Kanatla rahat hareket edemezdim, tayt da araya kaçardı. Zaten derse gelmediğinden bazı kelebeklerin kanatsız olduğundan haberi yoktu. Belli ki bana kanatsızı rast gelmişti. Benim bir kostüme ihtiyacım vardı ve Enes’in zevkine güveniyordum. “Kaç güne hazır olur?” “Ne zaman çekiyoruz?” “3 güne çekmemiz lazım.” “ Tamam, 3 gün sonra hazır bil.” Yine son güne atmıştı ve yine sanat çalışmıyordu! Kaderime boyun eğdim. Sonuçta kostümsüz de bir şeylere meydan okuyabilirdim. Ama burada çok zaman harcamıştım ve kalkmalıydım artık Enes’e veda edip elini sıktım. Bu ciddi bir vedaydı ve Enes’in avcunun tadını hissediyordum. Avcumu yalarsın deyimi gerçek oldu sanmayın dostlar. Kelebekler ön ayaklarından tat alırlar. Ben de güya süper kahramandım ama tek süperliğim elimle tat almamdı. Aslında o kadar da süper değildim fakat kendime misyon yüklemiştim bir kere. Enes’in eli elimde bir süre kaldı ve göz göze geldik. Enes “Gerçek dostlar asla tokalaşmaz Ozan. Kucaklaşırlar.”dedi. Bu sözü ona ben söylemiştim ve bu güzel hatırlatmayı yaparken elim hala elindeydi. Tek söyleyebildiğim şey “Çok tatlısın.”oldu. Kucaklaştık.

Kıyafet sorununu tam halledememiştim. Aslında halledecektim fakat işime yaramayacaktı. 3 güne kim öle kim kala sorusunun cevabı bende gizliydi. Hayatımın son 3 gününde, bir anda, insanlık için önemli biri olmuştum.  Bu yükü kaldıramıyordum. Aslında bir süper kahramanda aranan bütün donanımlar bende vardı. Ezik sönük bir hayat, çerçeveli gözlük, hantal bir vücut… Yalnızlık dışında her şey tamdı. Aslında çok önceden olabilirdim süper kahraman. Ama bu güne nispetmiş. Başka bir hayvan yokmuş gibi kelebek oldum. Ayı ısırsa belki acırdı fakat kışın uyur baharın deli gibi insanlığa hizmet ederdim. Daha tırtıl olmadan kelebek olmak “Cin olmadan adam çarpmak” ile eşdeğerdi. Henüz yerden 2 santim yükselebiliyordum o da her zamanki zıplayıncaki yükselmem. Benim neler yapabileceğimi öğrenmem lazımdı! Gücümün farkında değildim henüz.

İlk günü bu düşüncelerle kapadım. Ne kadar insanlık için hizmet etsem de son 3 günümde kendim için bir şeyler yapmalıydım. Sahilden hemen 559C’ye binip Taksim’e çıktım. Kahraman oldum diye halktan kopamazdım. Sonuçta onlardan besleniyordum. Tek temennim trafik olmamasıydı. Son zamanlarımı trafikte çar çur edemezdim. Nitekim Beşiktaş-Taksim yolu ilk defa bu kadar boştu. Belki de benim süper gücüm de dileğimin gerçekleşmesiydi. Her şeyi de kendime yormaya başlamıştım. Otobüs son sürat İnönü’nün etrafından çıkıyordu bense oradan oraya savruluyordum. Hiçbir yere tutunamadım çünkü tuttuğum yerin tadı damağımda kalıyordu. Otobüs Taksim’e geldiğinde zaten dağınık olan kafamı dağıtmaktı hedefim. Hemen sinemaya koştum. Belki de son filmimdi bu. Cine Majestic’e gidrip ilk filme bilet aldım. Bana kaderimin bir oyunu gibi ilk film “Kelebeğin Rüyası”ydı. Belki kelebekle ilgili bir şey öğrenirim hevesiyle salondaki yerimi aldım. Ve film başladı.

Aldığım büyük boy mısırları elimde oynaya oynaya filmi bitirdim. Keşke filmi bitirişim de bu cümle kadar kısa olsaydı. Bu kadar uzun olduğunu bilsem izlemezdim çünkü benim için tam bir zaman kaybıydı ve kelebekle ilgili bir şey yoktu filmde. Gerçi ben de kelebek belgeseli umuduyla girmiştim. Yanılmışım. Uzun filmin kısası dostlar, eğer süper kahraman olduğunuz gün hayatınızın son 3 günün ilk günüyse uzun film izlemeyi tercih etmeyin!

Film bana inanılmaz bir şiir sevgisi kazandırdı. Fakat geç kalmıştı. Yılmaz Erdoğan bu filmi 8 sene önce çekmeliydi ve ben de 8 sene önce şiire böyle kapılmalıydım. Belki de süper kahraman olarak şiir yazmalıydım. Fakat bu bir süper kahraman için basit ve çok duygusal bir işti. Her ne kadar Kelebek adam olsam da bu kadar duygusallığa yer yoktu. Bu hayat acımasızdı. Hem şiir şu son 3 günümde şiir yazarsam :
Diyecekler ki ardımdan 
Ben öldükten sonra 
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde 
Elleri cebinde gezerdi
Yazık diyecekler
hatıra defterimi okuyan
ne talihsiz adammış 
İmanı gevremiş parasızlıktan...”

Benim ne bir hatıra defterim vardı ne de onu oluşturacak zamanım. Yazacak hatıram bile yoktu. Fakat “Kelebek Adam” adında bir roman yazsam kesin tutardı ve dünyanın en kısa romanı olmaya aday olurdu.

Cine Majestic’ten çıkıp Taksim Meydan’daki otobüs duraklarına doğru yol aldım. İstiklal’de yürürken D&R bana göz kırptı. İçeri girip şiir kitaplarına göz attım. Sonuçta durumum ikinci yeni şiirinden farksızdı. Kısa, net ve anlamsız. Net ve anlamsızın aynı cümlede nitelik belirten bir hayatı yaşıyorsanız şiir okumanızı tavsiye ederim. Filmde etkilendiğim Behçet Necatigil’in kitabını aradım taradım. YKY’nin bastığı küçük mavi ve en kısa olan kitabını aldım. Nasıl olsa uzun halini bitiremezdim. Bana kalsa Rüştü Onur’u ve Tayyip Uslu’yu da alacaktım fakat ardımda okunamamış bir kitap bırakırsam yüreğim rahat etmezdi. Daha Ruhi Mücerret’i bitirememiştim bile. Hemen otobüse yetişip eve koştum. Yolda Behçet Neceatigil’e göz gezdirdim fakat bitiremedim. Ruhi Mücerret ile üst üste koydum. Yatağıma uzandım.

Çok kısa vaktim kalmıştı. Artık net kararlar vermeliydim. Neyle, kiminle, ne için savaşacaktım? Son günümde insanlığa ne gibi bir hizmet yapmalıydım. Kostümsüz süper kahraman olarak nelere meydan okuyabilirdim? Metrobüsle savaşmam adeta Don Kişot’luk olurdu. İstanbul’la savaşmalıydım. Evet belki de yıllardır herkesin yapmak istediği ama kimsenin yapamadığı… O "Sen mi büyüksün İstanbul? Ben mi? Yeneceğim seni!” sözünü ben gerçekleştirebilirdim. İstanbul’u yenip insanları rahata kavuşturabilirdim. Ya da Batman'in şehri Gotham'a yerleşmeliydim. Orada herkes süper kahramandı ama kıymetim bilinmezdi. Yok yok yarın ilk iş Haydarpaşa Tren Garı’na gitmek olacaktı. Her şeyi olduğu gibi bunu da abartmıştım. Şu süper kahramanlık olayını düşünürken kafayı yiyecektim ki yemiştim galiba. Bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Son günlerimde sevdiğim insanları ihmal etmiştim onları aramamıştım bile. Annemi arayıp “Alo anne ben süper kahraman oldum.”demedim. Bunu da yapmalıydım. Sevdiğim kadına gitmeliydim mesela hem de nefes bile almadan. Son nefesimi onun yanında almalıydım belki, nerede vereceğimin önemi olmadan. Dostlarıma dostlukları için teşekkür edemedim. Süper Kahraman olsam dahi kavga var desem arkamda olurlardı. Zaman çok kısıtlıydı. Zamana bırakmak diye  bir şey olmadığını o zaman anladım. Bir de zaman her şeyin ilacı değil zehriymiş. Sonuçta zehir de ilaç derken kendimi zamana kapattım ve günün yorgunluğu göz kapaklarıma vurdu. Gözlerim ağırlaştı. Ve uykuya daldım. Ne de olsa bu daha birinci gündü. Uykumu iyi almalıydım.

2.Gün
-Yok-

3.Gün
-Yok-

Flashback için lütfen yazının başındaki tırnak işareti içindeki “Nasıl olsa bilimsel bir yazı okumaya gerek yok.”diye atladığınız wikipediavari bölümü okuyunuz.

-Başı olan her hikayenin sonu olacak diye bir şey yoktur. Bence o varsa bile olmamalı.




 

0 yorum:

Yorum Gönder