Noter Adamın Kamburu


Noter Adamın Kamburu

Bu dünyada insanoğlunun yapabileceği en büyük 3 icada sahipti çok şükür. Klima, mikrodalga fırın ve motosiklet. Onun için insanoğlu daha öteye gidememiş, daha sonra hiçbir halta yaramamıştı. Uzun yıllar süren eğitim hayatının sayesinde çalıştığı noter dairelerinde hep klima vardı. Eğitim hayatı boyunca çektiği cefaların sefasını bu sayede sürüyordu. Hemen ilk maaşıyla evine de bir tane almıştı. Hatta “Nemelazım yaş olur yağmur olur” diye düşünerek mutfağa da aynı klimadan taktırmıştı. Böylece koridorun sonunda bulunan mutfağın klimasıyla, koridorun başında bulunan salonun klimasını aynı anda aynı derecede açıp diğer kullanmadığı odanın kapısını kapatarak evde kendine has mikroklimik bir iklim yaratıyordu (Yazları soğuk ve sulak, kışları işe sıcak ve maaşlı). Mikroklimik demişken mikrodalgadan bahsetmemek olmazdı. İnsanoğlunun mucizelerinin baş tacıydı. O olmasa neredeyse aç kalmıştı. İlk maaşının 4/2’sini ilk klimaya yatırdıktan sonra kalanın 3/1’ini de mikrodalga fırına yatırmış hayatını 4.sınıf matematik problemine çevirmişti. Sırtındaki eğriliğe rağmen zinde kalmasını bu mucizevi alete borçluydu. Canı ne isterse onu alıp yapabiliyordu. Öyle güzel dondurulmuş gıda yapıyordu ki bazen insanlar (açlıktan) parmaklarını yiyordu. Kim ne derse desin o yediğinden içtiğinden memnundu. Hazırlayacağı gıdayı özenle ambalajından çıkardıktan sonra bir güzel porselen tabağa yerleştiriyordu. Bunu yapmak ayrı bir meziyet gerektirirdi, boşuna eziyet çekip yemek yapmayı öğrenmeye gerek yoktu. Zaten eli de lezzetli değildi onca. Ama asla işini yarım bırakmaz mikrodalgaya koyduğu yemeğin başında beklerdi. Önceleri balerin edasıyla dönen porselen tabağın içindeki üst üste dizilimiş nuggetları ısıtma işlemi bitene kadar pür dikkat izler hatta dönenen nuggetlar tabaktan düşünce mutlu olur gülümserdi. Şimdi ise konu komşudan duyduğuna göre mikrodalga fırın çalışırken yaydığı ışın çok zararlıydı ve şekil bozukluklarına yol açıyordu.  Bu kadarını göze alamazdı ve o yüzden fırının bakış açısının dışında kalacak şekilde yemeğini bekliyordu artık. Konu komşuya gelmişken konu daha sonra komşuya gelecekti zaten ama önce insanoğlunun üçüncü mucizesi motosiklet vardı. Bu mucizevi aletin 2003 model Honda Beat’ine sahipti. Çıkar çıkmaz almaya ta İstanbul’a gitmişti. İstanbul’dan memlekete kadar motosikletle gelecek kadar çılgın olmadığı için bir kamyon şoförüyle anlaşmış, motosikleti kasaya kendini de kamyonun sağ koltuğuna atmıştı. Yol boyunca kamyon şoförü muhabbeti onun kamburuna getirdikçe gidişatı klima,motor,mikrodalga fırın ve noterlik gibi kendi uzmanlık alanına doğru çekiyordu. Aslında kendiyle barışıktı ve bunu şöyle özetlerdi: “Nerem eğri ki?”

İstanbul’a yabancı değildi. 4 yıl fire vermeden İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okumuştu. Çabuk çabuk bitirip memlekete dönme hevesi içindeydi. Okuldaki insanlarla pek muhatap olmadan kendi kabuğunu oluşturmuş ya da insanlar onu bir kabuğa hapsetmişti. O alışkındı böyle durumlara, tarih boyunca böyle olmuştu. Tarih teşekkürden ibarettir deyip hepsine teşekkürlerini iletti. Arkadaşı olmadığı için belki bugün buradaydı, zaten onlara da ihtiyacı yoktu kendi yükü kendine yeterdi, başka da bir yük sırtlanamayacak kadar ağırdı yükü. Kendini “Yükler denizinin adaletli kovboyu” olarak özetlerdi. Nasıl bir kovboyun denizlerde yeri yoksa onun da bu büyük şehirde yeri yoktu, tahminlerine göre bu şehir 5 sene daha da büyücekti. Nitekim büyüdü de o da buna şahitlik etti. Okulu dereceli bitirdiği için noterlik stajını İstanbul’da yaptı. Tahminlerinde yanılmadığı üzere şehir büyüdükçe kendisi minyonda bir görülen bir hastalık gibi küçücük kalmıştı. Kendisinin bu durumunu “Büyük denizdeki şambrelli küçük adam” olarak özetlerdi.

Stajını yarışma programlarında geçirdi. “Var mısın? Yok musun?” dahil birçok yarışma programlarından duyduğumuz “Noter bey”di o. Stajı süresince birçok mavi kutuyu kırmızı mumlarla mühürlemişti. Onun huzurunda bir sürü zayıflama çayı, diş macunu, saç çıkaran sprey reklamı çekildi. Noter huzuru bu staj evresinde aldığı acı bir haberle kaçmıştı; show dünyası onu çabuk yordu ve stajı biter bitmez memleketine tayini istedi. Sonuçta o kendine “Küçük şehrin yavaş delikanlısı” ya da “Tavşanı yenmeye niyeti olmayan kaplumbağa” diye tabir ederdi. (Tabi caize)

Memleketinde mutluydu. Klima, mikrodalga fırın, motosiklet üçgeninde bir hayat sürüyordu. Noterlikte iyi para vardı doğrusu; aslında düzgün bir aile hayatı olsa ailesini bolluk içinde yaşatabilirdi. Olmadı işte, yalnızlık vekaleten atılan bir imza gibi bastıra bastıra işlenmişti alnına. O olanları “Kambur felek hayatımda ete kemiğe bürünmüş” diyerek açıklardı. Babası onu ,daha baba kelimesinin telafuzunu pratiğe dökemeden, annesinin kucağında bırakıp gitmiş; annesi ise onun teorideki ve pratikteki tek yoldaşı olmuştu. Dış görünüşüyle arasında küçük sürtüşmeler olsa da annesi onun elinden tutmuş her zaman yanında olmuştu. “Okeyacak benim oğlum! Annesine bakacak, böyük adam olacak.”diye topluma kazandırmıştı kendisini. Ortaokulun sonuna kadar annesi elinden tutup okula götürmüş, lise yıllarındaysa o annesinin elinden tutup zorla okula gitmişti. Annesi yanındayken kafadan atılmış bir bilmeceyi çözebilecek kadar güçlüydü. Üniversite yıllarında annesini bırakıp İstanbul’a gitmek ona bir hayli zor geldi. O dönemi kendisi “Çizgilere basmadan yürüdüğüm bir Arnavut kaldırımın sonundaydım.”sözleriyle açıklardı.

Üniversiteye attığı ilk adımda kendi kendine “İş sahibi olur olmaz annemin üzerine bir ev yapacağım.”diye bir söz verir. Bunun hayatta verdiği ilk söz olduğu aklının ucundan bile geçmez o zamanlar. Fakat annesi onun stajlarda dirsek çürüttüğü dönemlerde ansızın hakkı rahmetine kavuşur. Bu cümledeki “kavuşmak” kelimesinin her zaman yaşamın sırrı olduğunu düşünmüştür kendisi. Olayı olgunlukla karşılar. Annesinin vefatı üzerine ettiği “Elbet bir gün güleceğiz o yüzden ölümü yüzümüzden eksik etmeyelim.”sözünü bir başkası duysa kesin bir filmde kullanırdı fakat o her zamanki gibi tüm açıklamasını içinde yaptı ve geçti. Bir damla yaş akıtmadan ağlayacak kadar yetenekliydi doğrusu. Nitekim annesine verdiği sözü tutup onun üstüne ev yaptı. Evet annesini şehirden uzak bir yere defnettikten sonra üstüne dubleks, çift balkonlu bir ev yaptı. İçini dayadı, döşedi. İçeride tabi ki mikrodalga fırın ve klima vardı. Böyle yaparak annesini potansiyel yatır konumuna getirdiğini ve artık onun ölümsüz olduğunu düşünüyordu. Annesinin her gece uyanıp evde hayatına devam ettiğini düşündüğü için hiçbir zaman o evde kalamadı. Bahçeye diktiği çiçekleri sulamak için iki günde bir geliyordu eve mutlaka, bu esnada insanoğlu mucizesi olan motosiklet devreye giriyordu tabi ki. Onu annesine ulaştırıyordu. O annesine her gidişini “Anneme gidiyorum.”diyerek özetlerdi.

Mezar yerini ondan başka kimse bilmiyordu. Mahallerde bir sürü rivayet türemişti. Yok yakmışmış da cesedi, yok küllerinden yeniden boğmuş da annesini, yok kendisi tövbö tövbe… Tamam kendisi cumaları aksatırdı fakat o kadar da değildi. Annesi vasiyetinde onu komşulara emanet ettiği için, komşularında annesini çok sevdiği için onu hiç yalnız bırakmadılar. Konu komşuya tekrar gelmişti böylece. Böylesine fantastik fakat monoton bir tezatlıkta yaşayan adam tabi ki de komşu kızına aşıktı. Yıllardır aşkını itiraf edemediği kız, etse de karşılık bulamayacağını bildiği ona haftanın yedi gününün akşamı envayi çeşit çorba getiren ve boş kaseyi alıp ertesi gün tekrar dolusunu getirecek güzellikteki, sıcak çorba kasesini eli yanmasın diye avuç içini büzerek tutan ve kendi ellerinden onun ellerine içi çorba dolu kaseyi aktarırken dikkat etmesini söyleyecek kadar düşünceli Aslı’ydı. Aslı gibiydi aslında. Devletinin ona verdiği yetkiye dayanarak dünyadaki her güzelliğin ve özelliğin altına “Aslı gibidir.”mührünü basıp imzasını atabilirdi. Her şey onun yanında hiçbir şeydi. O varken dünyanın geri kalanı ancak gibi olabilirdi zaten. Her ne zaman yıldız kaysa, mum üflese, kirpiği yanağına düşse, biri bir dilek tut dese tuttuğu ikinci dilekti Aslı. İnce ince diliyordu dilekleri, henüz kabul edilip edilmediğini bilmediği için her fırsatta diliyordu işte. Bazen terslikler olmuyor değildi tabi. Üflediği mumunun sönmediği çok olmuştu. Yanağındaki kirpiği alan iş arkadaşı “Alt mı? Üst mü?”dediğinde kirpiğin parmakları arasında olmadığını görmüştü. Hatta bir keresinde yıldız kayarken dilek tuttuğunda yıldızın geri dönüp yerine oturduğunu bile gördü fakat yılmadı. O dileklerine devam etti. O bu bahtsızlığını; hiç bitmeyecek bir hikâyedeki tam olarak tasvir edilmemiş yan karakter olmasına bağlıyordu. Kendisini bunun üzerine “Cümle bitiren bir virgül” olarak özetledi,      

20 /Deneme

Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.”
                            Cahit Sıtkı Tarancı

Bu dizeyi şiirin de adını aldığı 35 yaşında yazdı. Ne düşündü bilmiyorum ama kendinden emindi. Bilimadamları insan ömrünü ortalama 70 yıl biçmişti ve Cahit Sıtkı bir şair olarak kendini bilime fazla kaptırmıştı. Şairler bilime inanmaz, onlar ölüme inanır. İnanmasa da öyle olur. 35 yaşında yolun yarısı diyen Tarancı 46 yaşında terk-i diyar etmiş. Nasıl bir yol, nasıl bir yarım anlayışı varsa…

"Ölüm Allahın emri,
Ayrılık olmasaydı."
                  Orhan Veli Kanık

20 yaşında ölümü düşünen bir adamdan daha tehlikelisi yoktur. Korkun. Daha Dante gibi ortasında bile değilken ömrünün dantel dantel sökülen yüreğine şahit olun. Ya da şair olun siz de yazın yüreğini bunaltacak birkaç satır. Yapma deyin, yıpratma deyin. Yolun yarısında bile değilsin deyin. Ama sakın Cahit Sıtkı kitabı hediye etmeyin.
20 yaşında ölümü düşünen bir adamdan tehlikelisi yoktur. Korkmayın. Size zarar vermez, vermek istemez. Zararı kendine. Ölmez ama bir mide rahatsızlığına yakalanabilir. Herhangi birine fark etmez. Burnunun ortasında bir sivilce çıkar stresten, o ölümü düşünür. 20 yaşında ölümü düşünen adam kendini yer bitirir. Ha şimdi ölüm var…ölüm var… Düşünmek var düşünmek var. Ulan ölümlü dünya koy gitsin diyen gamsız bir adım öndedir çünkü adım atmaktan korkmaz. Öldük öleceğiz diye düşünen adım atmaktan korkar ve yerinde seker. Ne sekmesi hareket bile edemez.
20 yaşında ölümü düşünen bir adamdan tehlikelisi yoktur. O yaşta ölümü düşünüyorsa zaten ölmüştür. Gelecek kaygısı bitirdi bizi…

Kelebeğin Güyası


(bu karikatür hikayenin ilham kaynağıdır)




-Şimdi siz hikayenin başını bilmediğiniz için anlatmaya en başından başlamak zorundayım.

“Kelebek, böceklerin, pul kanatlılar veya kelebekler (Lepidoptera) takımının kanatlı fertlerine verilen genel ad. 150.000 kadar türü bilinmektedir. Vücutları kiremit dizilişi şeklinde renkli gözle zor görüle bilen pullarla örtülüdür. Pullar, uçları yassılaşarak genişlemiş kıllardır. Ufak sarsıntılarda koparlar. İki çift olan kanatlarının büyüklüğü türlere göre değişir. Pek az türde ve bazı türlerin dişilerinde kanat bulunmaz. Ayrıca kelebeklerin ömürleri de türlerine göre değişir. Bazısının ömrü 1-2 ay iken bazı türün ise 24 saattir. Bizim incelediğimiz kelebeklerin ömrü 1 ile 3 gün arasında değişir. …“

Gibi bilgiler veriyordu Genetik Bilimi ve Araştırma yönetmeleri hocası Ümmü Rabia Hanım. Kimsenin umru değildi ne dediği. Sonuç olarak vizeden bir hafta önce notları alıp, bir gün önce de (sınav saatine, göre sınav sabahı) çalışacaktık. Zaten laboratuvar aynı zamanda stüdyo olarak kullanıldığı ve stüdyo da hiç boş kalmadığı için dersi B07 sınıfında işliyorduk. Ayrıca RTS okumamıza rağmen Genetik Bilimi dersi görmemizi hiç kimse yadırgamıyor ve okulun bize attığı bir kazık olarak görüyorduk.( Bu olay tamamen ayrı bir hikayenin konusu.) Hoca birkaç kelebek türü ve elinde ufak bir mikroskopla sınıfa gelmişti. Elindeki mikroskop doğu sahilinin en ufak elektron mikroskobuydu.  Mikroskobu sağlıklı bir biçimde görmemiz için bir tane daha mikroskop gerekiyordu. Hoca süper kelebeğin oluşumunu anlattı.  Birkaç kelebeğin DNA’sını birleştirerek bilimsel çalışalar sonucunda yeni bir kelebek türü oluşturmuşlar. Bu türden sadece 15 tane üretmişler. Ne boş işlerle uğraşıyorlar nasıl olsa ömrü bir gün, en kötü ihtimalle 3 güne ölecek diye düşünüp kelebek kavanozuna bakarken içinde 15 tane değil de 14 tane olduğunu fark ettim. Söyleme gereği duymadım. Yanlış saymışım korkusuyla tatava yaratmaya gerek yoktu. Nasıl olsa geveze biri söylerdi. Ben tam bunları söylerken kayıp kelebek nemo yani çetenin 15.elimin üstüne kondu. Elime ilk defa kelebek konmuştu ve ne diyeceğimi bilemedim.  Bir an göz göze geldik. İnsan hayatında kaç defa kelebekle göz göze gelir bilmem ama bu son kez olabilir. Sivrisinek edasıyla beni süzdü ve elimi ısırdı! Kelebek iğnesi kadar bile acımıyordu…

Okuldan çıkıp vize notlarını aldığımda İçimde gereksiz bir mutluluk vardı. Sanki içimde kelebekler uçuşuyordu. Garip bir baş dönmesi vardı. Ayakta zor durdum. Eve gidip hemen uyudum. Rüyamda simsiyah bir ekran gördüm. Zaman nasıl geçti anlamadan uyandım. Uykumu tam alamamıştım ama uyuyamıyordum. Elimdeki ısırık izine baktım kafamda bir şeyler cereyan etmeye başladı. Hemen dersin vize notlarını kurcalamaya başladım. Hoca notu çok uzun olduğu için öğrenci notlarına baktım. Süper kelebek notu ve 14-15 ayrıntısını okuyunca flashback falan oldum. Fantastik film merakım ve çerçeveli gözlüklerim sayesinde  İşi çözmüştüm. Radyoaktif ortamda hazırlanmış bir kelebek tarafından ısırılmıştım. Artık ben kelebek adamdım!
Bir an önce süper kahraman ciddiyetine sokmalıydım kendimi. Halk , işçi, esnaf,  memur, öğrenciler haksızlıkla savaşmam için beni bekliyorlardı. Fakat bir türlü moda giremiyordum. Sonuçta bir kelebektim ve 3 günlük ömrüm vardı zamanım çok azdı. Bu kadar kısa zamanda insanlık içinde ne yapabilirdim. İnsanlığı salla gitsin de 3 gün sonra ölecektim. Süper kahraman olduğumu öğrenmem, 3 günlük ömrümün kalmasını öğrenmemden farksızdı. Kendim için mi yoksa insanlık için mi bu 3 günü harcamalıydım. Süre git gide azalıyordu. Ruhi Mücerret’i bile bitirmemiştim.  Ama 3 günün belli kısmını daha buna ayıramazdım. Kemal Sunal’ın Korkusuz Korkak filmindeki Mülayim karakterinden tek farkım süper kahraman olduğumu bilmem ve olayda hiçbir karışıklığın olmadığıydı. Kelebek bizzat beni ısırmıştı.

1. Gün
Böyle düşüncelerle sabahı ettim ve ilk-son 3 günüm başladı. Benim hayatıma iyi bir sanat yönetmeni lazımdı. Bir süper kahramanın en önemli özelliği kostümüydü, imaj önemliydi.Hemen Beşiktaş Sahil’de durak kafeye gittim. Tahminde yanılmadığım üzere Enes oradaydı ve masasında iki çay vardı. O da tahmininde yanılmamıştı ve çayımı söylemişti. Bilirsiniz kadim dostum Metin Arslan’ın dediği gibi “Önemli konular çay içerken konuşulur.” Belki söz tam böyle değildi ama blogu açıp yazıyı arayacak vaktim yoktu. Enes’le sanat ve İstanbul yaşantısı ritüelimizi gerçekleştirdikten sonra direkt konuya girdim.”Bana bir Kelebek Adam kostümü lazım.” Enes’in zaten kalkık olan kaşları şaşkınlıktan yok oldu. Muhtemelen kaşları ensesine gitmişti.”Nasıl en!”. “Bana kelebek adama kostümü lazım. Böyle bir tasarım yapmanı istiyorum. Böyle tişörtün önünde K falan olsun.” Enes İlhan perisi edasıyla “B olsun B. Sonuçta uluslar arası bir kahraman kostümü olmalı. Butterfly Man.”dedi. Bu fikir oldukça hoşuma gitmişti. Sonuçta insanlık için çalışan evrensel bir kahraman olacaktım. “Süper” dedim. “He süper. Kanka nerden bulayım ben kostümü ya ne için lazım? Daha basit bir şey yapamaz mıyız? İstersen nikah memuru cübbesi bulayım.”dedi.  Lazım olmasının gerçek sebebini ona söyleyemezdim. Çünkü benim süper kahraman olduğumu öğrenirse kötü adamlar sevdiğim kişilere zarar verebilirdi. En sevdiğim dostumu ateşe atamazdım.”Film çekeceğiz kanka. Önemli bir iş.”dedim, yedi. Hemen fikir yürütmeye koyuldu. “Madem kelebek adam biz de kanatlı, taytlı bir kostüm yapalım.”dedi. Süper kahraman deyince kanadı taytı yapıştırdı klasik olarak. Kanatla rahat hareket edemezdim, tayt da araya kaçardı. Zaten derse gelmediğinden bazı kelebeklerin kanatsız olduğundan haberi yoktu. Belli ki bana kanatsızı rast gelmişti. Benim bir kostüme ihtiyacım vardı ve Enes’in zevkine güveniyordum. “Kaç güne hazır olur?” “Ne zaman çekiyoruz?” “3 güne çekmemiz lazım.” “ Tamam, 3 gün sonra hazır bil.” Yine son güne atmıştı ve yine sanat çalışmıyordu! Kaderime boyun eğdim. Sonuçta kostümsüz de bir şeylere meydan okuyabilirdim. Ama burada çok zaman harcamıştım ve kalkmalıydım artık Enes’e veda edip elini sıktım. Bu ciddi bir vedaydı ve Enes’in avcunun tadını hissediyordum. Avcumu yalarsın deyimi gerçek oldu sanmayın dostlar. Kelebekler ön ayaklarından tat alırlar. Ben de güya süper kahramandım ama tek süperliğim elimle tat almamdı. Aslında o kadar da süper değildim fakat kendime misyon yüklemiştim bir kere. Enes’in eli elimde bir süre kaldı ve göz göze geldik. Enes “Gerçek dostlar asla tokalaşmaz Ozan. Kucaklaşırlar.”dedi. Bu sözü ona ben söylemiştim ve bu güzel hatırlatmayı yaparken elim hala elindeydi. Tek söyleyebildiğim şey “Çok tatlısın.”oldu. Kucaklaştık.

Kıyafet sorununu tam halledememiştim. Aslında halledecektim fakat işime yaramayacaktı. 3 güne kim öle kim kala sorusunun cevabı bende gizliydi. Hayatımın son 3 gününde, bir anda, insanlık için önemli biri olmuştum.  Bu yükü kaldıramıyordum. Aslında bir süper kahramanda aranan bütün donanımlar bende vardı. Ezik sönük bir hayat, çerçeveli gözlük, hantal bir vücut… Yalnızlık dışında her şey tamdı. Aslında çok önceden olabilirdim süper kahraman. Ama bu güne nispetmiş. Başka bir hayvan yokmuş gibi kelebek oldum. Ayı ısırsa belki acırdı fakat kışın uyur baharın deli gibi insanlığa hizmet ederdim. Daha tırtıl olmadan kelebek olmak “Cin olmadan adam çarpmak” ile eşdeğerdi. Henüz yerden 2 santim yükselebiliyordum o da her zamanki zıplayıncaki yükselmem. Benim neler yapabileceğimi öğrenmem lazımdı! Gücümün farkında değildim henüz.

İlk günü bu düşüncelerle kapadım. Ne kadar insanlık için hizmet etsem de son 3 günümde kendim için bir şeyler yapmalıydım. Sahilden hemen 559C’ye binip Taksim’e çıktım. Kahraman oldum diye halktan kopamazdım. Sonuçta onlardan besleniyordum. Tek temennim trafik olmamasıydı. Son zamanlarımı trafikte çar çur edemezdim. Nitekim Beşiktaş-Taksim yolu ilk defa bu kadar boştu. Belki de benim süper gücüm de dileğimin gerçekleşmesiydi. Her şeyi de kendime yormaya başlamıştım. Otobüs son sürat İnönü’nün etrafından çıkıyordu bense oradan oraya savruluyordum. Hiçbir yere tutunamadım çünkü tuttuğum yerin tadı damağımda kalıyordu. Otobüs Taksim’e geldiğinde zaten dağınık olan kafamı dağıtmaktı hedefim. Hemen sinemaya koştum. Belki de son filmimdi bu. Cine Majestic’e gidrip ilk filme bilet aldım. Bana kaderimin bir oyunu gibi ilk film “Kelebeğin Rüyası”ydı. Belki kelebekle ilgili bir şey öğrenirim hevesiyle salondaki yerimi aldım. Ve film başladı.

Aldığım büyük boy mısırları elimde oynaya oynaya filmi bitirdim. Keşke filmi bitirişim de bu cümle kadar kısa olsaydı. Bu kadar uzun olduğunu bilsem izlemezdim çünkü benim için tam bir zaman kaybıydı ve kelebekle ilgili bir şey yoktu filmde. Gerçi ben de kelebek belgeseli umuduyla girmiştim. Yanılmışım. Uzun filmin kısası dostlar, eğer süper kahraman olduğunuz gün hayatınızın son 3 günün ilk günüyse uzun film izlemeyi tercih etmeyin!

Film bana inanılmaz bir şiir sevgisi kazandırdı. Fakat geç kalmıştı. Yılmaz Erdoğan bu filmi 8 sene önce çekmeliydi ve ben de 8 sene önce şiire böyle kapılmalıydım. Belki de süper kahraman olarak şiir yazmalıydım. Fakat bu bir süper kahraman için basit ve çok duygusal bir işti. Her ne kadar Kelebek adam olsam da bu kadar duygusallığa yer yoktu. Bu hayat acımasızdı. Hem şiir şu son 3 günümde şiir yazarsam :
Diyecekler ki ardımdan 
Ben öldükten sonra 
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde 
Elleri cebinde gezerdi
Yazık diyecekler
hatıra defterimi okuyan
ne talihsiz adammış 
İmanı gevremiş parasızlıktan...”

Benim ne bir hatıra defterim vardı ne de onu oluşturacak zamanım. Yazacak hatıram bile yoktu. Fakat “Kelebek Adam” adında bir roman yazsam kesin tutardı ve dünyanın en kısa romanı olmaya aday olurdu.

Cine Majestic’ten çıkıp Taksim Meydan’daki otobüs duraklarına doğru yol aldım. İstiklal’de yürürken D&R bana göz kırptı. İçeri girip şiir kitaplarına göz attım. Sonuçta durumum ikinci yeni şiirinden farksızdı. Kısa, net ve anlamsız. Net ve anlamsızın aynı cümlede nitelik belirten bir hayatı yaşıyorsanız şiir okumanızı tavsiye ederim. Filmde etkilendiğim Behçet Necatigil’in kitabını aradım taradım. YKY’nin bastığı küçük mavi ve en kısa olan kitabını aldım. Nasıl olsa uzun halini bitiremezdim. Bana kalsa Rüştü Onur’u ve Tayyip Uslu’yu da alacaktım fakat ardımda okunamamış bir kitap bırakırsam yüreğim rahat etmezdi. Daha Ruhi Mücerret’i bitirememiştim bile. Hemen otobüse yetişip eve koştum. Yolda Behçet Neceatigil’e göz gezdirdim fakat bitiremedim. Ruhi Mücerret ile üst üste koydum. Yatağıma uzandım.

Çok kısa vaktim kalmıştı. Artık net kararlar vermeliydim. Neyle, kiminle, ne için savaşacaktım? Son günümde insanlığa ne gibi bir hizmet yapmalıydım. Kostümsüz süper kahraman olarak nelere meydan okuyabilirdim? Metrobüsle savaşmam adeta Don Kişot’luk olurdu. İstanbul’la savaşmalıydım. Evet belki de yıllardır herkesin yapmak istediği ama kimsenin yapamadığı… O "Sen mi büyüksün İstanbul? Ben mi? Yeneceğim seni!” sözünü ben gerçekleştirebilirdim. İstanbul’u yenip insanları rahata kavuşturabilirdim. Ya da Batman'in şehri Gotham'a yerleşmeliydim. Orada herkes süper kahramandı ama kıymetim bilinmezdi. Yok yok yarın ilk iş Haydarpaşa Tren Garı’na gitmek olacaktı. Her şeyi olduğu gibi bunu da abartmıştım. Şu süper kahramanlık olayını düşünürken kafayı yiyecektim ki yemiştim galiba. Bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Son günlerimde sevdiğim insanları ihmal etmiştim onları aramamıştım bile. Annemi arayıp “Alo anne ben süper kahraman oldum.”demedim. Bunu da yapmalıydım. Sevdiğim kadına gitmeliydim mesela hem de nefes bile almadan. Son nefesimi onun yanında almalıydım belki, nerede vereceğimin önemi olmadan. Dostlarıma dostlukları için teşekkür edemedim. Süper Kahraman olsam dahi kavga var desem arkamda olurlardı. Zaman çok kısıtlıydı. Zamana bırakmak diye  bir şey olmadığını o zaman anladım. Bir de zaman her şeyin ilacı değil zehriymiş. Sonuçta zehir de ilaç derken kendimi zamana kapattım ve günün yorgunluğu göz kapaklarıma vurdu. Gözlerim ağırlaştı. Ve uykuya daldım. Ne de olsa bu daha birinci gündü. Uykumu iyi almalıydım.

2.Gün
-Yok-

3.Gün
-Yok-

Flashback için lütfen yazının başındaki tırnak işareti içindeki “Nasıl olsa bilimsel bir yazı okumaya gerek yok.”diye atladığınız wikipediavari bölümü okuyunuz.

-Başı olan her hikayenin sonu olacak diye bir şey yoktur. Bence o varsa bile olmamalı.




 


''Sırat'' yokuşundayım. Bayır yukarı. Vakit gece. Uzun zaman oldu buralara gelmeyeli. Bir ay mı? Üç ay mı? Daha mı fazla? Bilmiyorum. Sadece uzun zaman oldu. Kadrajımda gecekondu silüetleri var. Gecenin içine alabildiğine uzanan... Tek sıra halinde. Ay tam tepede, pastanın üzerindeki mum gibi özenle yerleştirilmiş. Karıncalanma hissi ayak uçlarımdan saç diplerime kadar uzanıyor. Baykuşların ötüşü, köpeklerin ulumalarını bastırmaya başlıyor. Yaklaştığımı anlıyorum. Birazdan sıvası dökük, bok rengi bir  lokantaya çıkacak yolum. Kabil'in mekanı.  Topal Kabil. Yaşlı Kabil. Kirli sakallı, omuzları çökük Kabil. Pis Kabil. Aciz Kabil. Tanımlayabildiğim sözcükler bunlarla sınırlı.  Mekanı için de fazlası değil. Lokantadan çok kıraathaneyi andırıyor mekan.  Cıgara dumanı, kumar, çay, kahve... Tek farkı arada bir çorba pişirir Kabil.  ''Tarhana''. Adımlarımı sıklaştırıyorum. Sıcak bir çorba midem için iyi olabilir. Sıcak bir çay da olur, farketmez. Sıcak bir şeyler olsun yeter. Kusmak üzereyim.Biraz sonra migren gibi göz hizama yerleşiyor Kabil'in mekanı. Işıklar açık, bu güzel. Kusmak üzereyim. Bodoslama dalıyorum içeri. Beyaz ışık gözlerime batıyor. Koşar adım arka taraftaki lavaboya gidiyorum. Klozet kapağını kaldırmama gerek yok, kapağı bile yok. Kusuyorum. Hastalıklı bir köpek gibi. Buz gibi suyu yüzüme çarpıyorum. Nefes alabildiğimi hissedene kadar. Aynaya bakmamaya gayret ediyorum. Son günlerde pek beceremedim bunu. Henüz hazır değilim, cesaretim yok. Lokantaya geri dönüyorum. Kabil, ücra köşelerdeki masalardan birine oturmuş, bulmaca çözüyor. Masadaki çay bardağına ilişiyor gözüm. Yarısı içilmiş. Bu güzel, sıcak bir şeyler var. Başını bile kaldırmaya tenezzül etmiyor ihtiyar Kabil. Sessizliği bozacak kelimeleri arıyorum. Bulamıyorum. Her zamanki gibi ilk konuşan o oluyor.

--------  Kustun di mi?
_____   Yok ya... İşedim.
--------  Siktir!

Masaya gidiyorum. Karşısına oturuyorum. Hala yüzüme bakmıyor. Bir an şöyle bir süzüyorum onu. Görmeyeli saçları daha da seyrelmiş. Kulaklarının kepçesi ortaya çıkmış. Burnu büyümüş. Bu kadar süzüyorum. Yetiyor. Titrek elleriyle çayından bir yudum daha alıyor. Dilini şapırdatarak soruyor.

-------- İnsanın kendisiyle yüzleştiği, soğuk bir yer? Sekiz harfli.
______  Karanlık.
---------  Değil...  Cehennem.
______  Dayı tarhana kaldı mı?
---------   ...
______  Çay var ama heralde.

______  Tamam ben alırım.

Ocağa gidiyorum. Kireçli çayı akıtıyorum ince belliye. Duvardaki saate ilişiyor gözüm. Gecenin üçü. Çaydan koca bir yudum alıyorum. Mideme şelale gibi akıyor sıcaklık. Bir an koşup pis moruğa sarılmak geliyor içimden. Kelimelerimi tartıyorum. Faydasız. Bu dünya üzerinde beni anlayabilecek tek insanın altmış yaşlarında yitik bir ihtiyar olduğunu düşününce kendime acıyorum. Ağır adımlarla geri dönüyorum masaya. Kelimelerimi tartıyorum. Faydasız. Yüzüme bakıyor şimdi. Ölü bir domuza bakar gibi bakıyor. Acıdan ziyade ekşi bir ifadeyle.
-------  Bıyık bırakmışsın.
_____  Senin de kamburun çıkmış.
-------  Üflüyo musun lan hala?
_____  Sen de hala çöplükten artıklarla besleniyosun di mi?
-------  Harman kalmışsın belli. Kuduz köpekten farkın yok.
_____  Sen de köpek gibi açsın. Ağzının kokusu bütün mahalleyi sarmış.
-------  Ulan iradesiz piçin tekisin be! Kendi mutluluğun için eşini dostunu sattın zamanında.
_____  Sen ne yaptın ! Sırf kıskançlık yüzünden öz kardeşini öldürmedin m? Katilsin be!
-------  Siktir lan!
_____  Çay bok gibi dayı, ellerine sağlık...  Özlemişim.
-------  Sigara var mı lan yanında? Yak birer tane de tüttürelim.
İki dal çıkarıyorum. Dudaklarıma yerleştirip yakıyorum. Birini ona uzatıyorum. Sığ bir nefes çekip öksürmeye başlıyor. Bütün dumanı yüzüme tükürüyor.
--------   Sen nasıl doktor çocuğusun lan. Doktor çocuğu sigara mı içer!
_____   Babam da içermiş. Ben doğduğumda bırakmış.
-------   Sen ne zaman bırakıcan?
_____   Öldüğümde.
-------  Bak... bak... Senin contalar yanmış harbiden. Sen bi elli kağıt ateş et. Zulamda olacaktı bir şeyler, ben bakayım.
_____  Yok dayı.
-------  Geçen geldiğinde içmiştik hani beraber, hatırladın mı? İki kapak... Sonra Yeni Zelanda... Yeşille mavinin birleştiği çizgide süzülmüştük. Lan harbi ne kafaydı be. Yağmur yüzümüzü kırbaçlamıştı. Hatırladın di mi? Caravaggio tabloları gibiydi anasını satayım.
_____  Gerek yok dayı, bu gece bir yere uçmuyorum. Burdayım.
-------  Sen üflemediğin zaman çekilmiyosun he. Dur ben senin kafanı bi ufak kırıyım.
_____  Dayı...
-------  Tamam lan ne çıkarsa ateş et işte, yapıcam sana güzellik.
_____  DAYI! ... Tamam yeter, otur yerine. Bu gece mevzu farklı... Sadece konuşmak için burdayım.

Gözlerini kısıyor. Tedirgin olduğunu biliyorum. Her şey olması gerektiği gibiydi en başta. Her zamanki gibi lokantaya girer girmez lavaboya gidip kusmuştum. Sonra ilk konuşan o olmuştu yine. Tarhana yine bitmişti ama kireçli çay vardı. Her zamanki gibi atışmıştık. Eskileri böyle yad ederdik. Ama final olması gerektiği gibi olmamıştı. Bu gece dumanlanmak yoktu. Başka memleketlere uçmak yoktu. Her zamanki gibi değildi. Ters giden bir şeyler olduğunu anlamıştı. Bu gece iki sefil serseri gibi değil de sağlıklı düşünen iki insan gibi konuşmamız gerektiğini anlamıştı. Buraların deyimiyle, ''mevzu çetrefilliydi''. Bu defa endişeyle süzdü beni baştan aşağı. Dudaklarını büktü. Elleriyle kafasının tepesinde kalan birkaç tel saçı taradı. Masadaki çay bardaklarını aldı. Bunu çok yavaş yaptı. Düşünüyordu. Kelimelerini tartıyordu. Faydasız. Arkasını dönüp çayları tazelemek üzere ocağa gitti.
Bakışlarımı camdan dışarı çeviriyorum. Gökyüzü açık, yıldızlar belirgin. Tam karşıda heybetli bir çınar var. Arnavut Selim'in infaz edildiği yer. Mahallenin torbacısı, esrarkeşi...  Sırtını çınara dayamıştı son nefesini verirken. Lokantadan izlemiştik. Onun yattığı yerde bir köpek duruyor şimdi. Kurt kırması. Dili dışarda, toprağı kokluyor. Kendi etrafında bir tur dönüyor. Sonra lokantaya çeviriyor başını. Bakışlarımız kesişiyor. Filmlerde olduğu gibi, esas oğlanla esas kız göz göze gelirler. Bu da öyle bir an. Ama ben bir köpekle kesişiyorum. Bütün hayatımı özetliyor bu an. Bir köpek gibi yaşadım, bir köpek gibi öleceğim.
İhtiyar elinde çaylarla geri dönüyor. Karşımdaki yerini alıyor. Hala hazır değilim, bunun farkında. Ama beni nasıl konuşturacağını iyi biliyor. İki dal daha çıkarıp yakıyorum. Bu defa derin bir nefes çekiyor.
-------  Senin tayfa ne alemde ?
_____  Dağıldık dayı. Artık görüşmüyoruz. Baykal'ın bi hatun vardı ya hani... Rapunzel. Geçen haberini aldım, evlenmişler. Topuklarına kadar uzanıyomuş artık saçları.
--------   Onur ne yaptı?
______  O çalgıcı tayfasına katıldı. Ülke ülke dolaşıyolar şimdi. En son New York metrosunda çalmışlar.
--------  Darbukada üstüne tanımazdım zaten. Bi de iyi muşul yapardı. Ee... Martin? Feryat?
______   Martin kuzeye kaçtı, yazmak için. Ancak on dört sayfa yazabilmiş, tıkanmış. Bu kadar konuştuk. Feryat'ı biliyosun. Teknede yaşamak istiyodu zaten. Sonunda gitti, yerleşti Kuşadası'na.
--------  Bi çocuk daha vardı. Esmer, zayıf... Heh, Mustafa?
_____  O öldü dayı. Vasiyetinde yazmış, beni Ege'ye gömün diye. Dediği gibi yaptık, mezarı orda şimdi. Denize nazır...
--------  Kaçış yok tabi, her yolun sonu oraya çıkıyo...  Sen nerelerdeydin?
______  Ben kayıptım dayı. Birinin peşindeydim uzun zamandır. Ne kadar oldu bilmiyorum.
Sonunda anlatıyorum. Her zamanki gibi dilimdeki sözcükleri çalmayı başarıyor. Artık kelimelerimi tartmıyorum. Faydasız olduğunu biliyorum. Bir nefes daha alıyorum, bir yudum daha...
______  Önce İtalya ve İspanya... Sonrasında Tayland, Çin, Suriye ve İran... Sonra Mısır. Son olarak da Hindistan. Ama onu bulduğum yer Himalayalar. '' Seninle gelebilir miyim ? '' dedim. ''Olur'' dedi.
--------  Nasıl biri?
______  Beyaz.
--------  Deniz kabuğu gibi mi?
______  Daha çok flora beyazı gibi. Yüzüne uzun süre baktığımda hafif bir mavilik çarpardı gözüme. Gecenin karasında bile belli olurdu. Gündüzleri hiç konuşmazdı. Yüzünü de pek görmezdim. Önümden yürürdü. Çok nadir bakardı arkasına. Gece çökünce anlatır dururdu, susmazdı. Ay'dan bahsederdi. Gittiğimiz bütün o ülkelerde Ay'a olan aşkını anlattı durdu. Dinlemekten hiç sıkılmazdım. Bir de saçları uzardı. Her gece biraz daha... ''Farkında mı acaba?'' diye düşünürdüm. Bir gün sordum. ''Biliyorum.'' dedi. Ay'la ilgisi olduğundan bahsetti. Bir hikaye anlattı. Anlamadım ama dinledim. Onu dinlerken dünyanın en mutlu insanı oluyordum.
-------  Sonra ne oldu? Gitti mi?
_____  Benimle İngiltere'ye gelmesi için ısrar etmiştim. ''Orada yaşayalım'' demiştim. Yorgundum. Sürekli seyahat etmek, bir yere ait olmamak yormuştu. Hindistan'daydık o zaman. Mutluydu. Saçları uzundu, bu onu mutlu ediyordu. Bir yere ait olmayı sevmediğini söylemişti. ''İngiltere yağmurlu'' demişti. Saçlarının yağmuru sevmediğini anlattı.  Uzun uzun anlattı. ''Yağmur beni üzüyor'' dedi. Onu dinlerken mutluydum, sonuna kadar dinledim. Sonra gitti.
-------  Sen nasıl doktor çocuğusun lan. Doktor çocuğu aşık mı olur!
_____  Kimse kalmadı. Herkes gitti. Konuşabileceğim bi sen vardın.
-------  ...
_____  Neyse dayı, çay için sağol.
-------  Otur lan yerine, otur.
Oturdum. Ortama sessizlik hakimdi. Bakışlarını yüzüme kenetlemişti. Utanmıştım, camdan dışarı baktım. Hafif bir yağmur çiseliyordu. Köpek gitmişti. Damlaların hızlanmasını, camı delip geçmesini, beynime girmesini diledim. Oracıkta, öylece ölmeyi diledim. Birine anlatmıştım sonunda. O biri, ihtiyar Kabil...  Beni anlayabilen tek insan... Yitik, aciz Kabil...Kardeşini kafasına vura vura öldüren Kabil. İstesem beni de öldürür müydü acaba? Hikayemi anlatmıştım artık, huzurluydum. Tek ihtiyacım olan, ölmekti.
------  Benim de anlatacaklarım var, sonra gidersin.
Yüzüne baktım. Sakindi. Gözlerini masaya devirdi. Boş bakıyordu. Çayları tazelemek için kalktım. Döndüğümde iki dal ateşlemişti, birini bana verdi. Derin bir nefes çektim, usulca tavana üfledim.
------   Sen kayıplardaydın. Senin tayfa da öyle... Üç kış evveldi... Buralara bi salgın uğradı. Lanet gibi çöktü anasını satayım. Sodom ve Gomore'da taş üstünde taş bırakmayan melekler gibiydi. Ortalık hastalıktan kırılıyodu ilk zamanlar, köpekler bile. Sonra ölümler başladı. Acı içinde ölmeye başladı herkes, kanlar içinde. Ellerini açıp Allah'a yalvararak... Kan kusanları gördüm. Ellerinde bağırsaklarıyla ağlayanları... Beyni balon gibi şişenler vardı. Çektikleri acıdan, kafalarını duvarlara vura vura patlattılar. Hepsini gördüm. Bütün o sefil, aciz ölümleri. Burada, lokantanın camından izledim. İnsanlar vahşileşmeye başlamışlardı. Birbirlerine saldırdılar, tecavüz ettiler, kestiler, öldürdüler... hatta yediler bile...  Kan gövdeyi götürüyordu. Arkada bir kapı var, lokantanın bodrumuna açılan. Geceleri orda saklandım. Bir sabah dış kapıyı birinin yumrukladığını duydum. Ölümün geldiğini düşündüm, sonunda gelmişti. Kafamı bodrumdan çıkardım. Kapıda çıplak bir kız vardı, anadan doğma... Siyah saçları perde gibi yüzünü örtmüştü. En fazla yirmi bir - yirmi iki yaşlarındaydı. İçeri aldım. Üşümüştü, çorba ısıttım... Tarhana. İçti. Ama konuşmadı. Tek kelime etmedi. Üzerine verebilecek tek şey üzerimdeki paltoydu. Vücuduna sardım. Bodruma indirdim. Sorular sordum. Adını, yaşını, ailesini... Konuşmadı. Bir şey daha vardı... Hamileydi... Karnı balon gibiydi. Fazla değil, birkaç gece dayanabildi. Bir gece çığlıklar içinde kusmaya başladı... Kan. Rahmi şişmeye, açılmaya başlamıştı. Bebek geliyordu. Ne yapacağımı bilemedim. Kız artık yarı ölüydü. Çırpındı, debelendi, haykırdı... öldü. Karnını kestim, bebeği çıkardım. Kan revan içinde... çığlıklar içinde... ellerime aldım. Ufak yumruklarını sakalıma savurdu, yanaklarımda gezdirdi. Onu yaşatmak istedim. Büyütmek istedim. Okula gönderebilmek, babası olduğumu söyleyebilmek... Annesinin nasıl güçlü bir kadın olduğunu anlatabilmek... Beceremedim. O da öldü... Benim için yaşam devam etti. Salgın devam etti. Ölmek istedim, olmadı. Üstünden bir kış geçti. Olmadı, ölmedim. Sonra bir kış daha... Salgın bitti. Yaşam devam etti.
Çayıma hiç dokunmamıştım. Sigara da küllükte yanıp gitmişti. Gözlerimi ihtiyarın yüzünden alıp masaya devirmek istedim, olmadı. Cesaret edemedim. O kadar doğal anlatmıştı ki... yumruk gibi... çatır çatır... Hala boş bakıyordu. Ağlamam gerekti. Evet, tam şu anda. Ağlamalıydım. Ona üzüldüğümü göstermeliydim. Yanında olamadığım için pişmanlığımı.. Ağlamalıydım. Ona acıdığımı görmeliydi. Yüz kaslarımı sıktım, dişlerimi sıktım. Olmadı, yapamadım. Ağlamayı bile beceremedim. Başım dönmeye başladı, mideme acı bir kramp saplandı, dudaklarım kurudu. Kusmalıydım. Ayağa kalktım, lavaboya koştum. Midem büzüşene kadar kustum. Gözlerim yuvalarından çıkana kadar. Soğuk suyu yüzüme çarptım, defalarca. Bu defa tüm cesaretimi toplayıp aynaya baktım. Karşımdakini tanımakta zorlandım. Aslında çoktan ölmüş olduğumun farkına vardım. Daha fazla dayanamadım. İçeri geri döndüm. İhtiyar yerinde yoktu. Masada dumanı tüten bir kase vardı. Ağır adımlarla masaya oturdum. ''Tarhana''. Yanında paslı bir kaşık... Camdan dışarı baktım. Yağmur dinmişti. Ayın altında görkemle ışıldayan çınar... Altında bir silüet. Kambur, bir bacağı kısa... Yanında kurt kırması. Bir elini havaya kaldırdı. Selamına elimi cama dayayarak karşılık verdim. Arkasını döndü, köpekle yan yana, yokuş aşağı yürümeye başladılar. Topal Kabil... Yaşlı Kabil... Pis Kabil... Aciz Kabil. Çorbaya çevirdim yüzümü. Buharı yüzümü ıslattı. Bir kaşık aldım. Önce dilim, damağım ısındı. Sonra göğsüm... midem. Yaşadığımı hissettim. Bir kaşık daha... Gözlerim yanmaya başladı. Yaşlar kendiliğinden, zorlanmadan döküldüler. Çorbaya karıştılar. İçmeye devam ettim. Biraz gözyaşı... biraz tarhana. Gözbebeklerimin beyazı kızıla dönene kadar ağladım. Midem sıcaktan kavrulana kadar içtim. Ağladım... içtim... İhtiyar da gitmişti. Herkes gibi onun da gitmesi gerekti. Nedeni önemli değil.
 Şafak sökene kadar oturdum. Gözlerim kuruyana kadar. Son bir sigara daha içtim. Gece yaşananlar hayal gibiydi şimdi, rüya gibi... Yaşam devam ediyordu. Ölmemiştim. Gitmem gerektiğini biliyordum. Ben de gitmeliydim. İngiltere... farketmez... Yeni Zelanda 'da olur. Kapıyı açıp dışarı çıktım. Ayaz bütün vücuduma işledi. Baykuşların ötüşü yerini köpek ulumalarına bırakmıştı. Ellerimi polarımın ceplerine soktum. Yokuş aşağı yürümeye başladım. ''Sırat'' yokuşundan aşağı.



                                                                                konuk yazar - ekin gökgöz



Bıyığı çilek kokulu gülen adam


Kan kırmızı değil bu kalp
Çilek kırmızı
Çilek kokuyor her yer
Sonra mahalle oluyor İstanbul
Gülen adam kalbin içini yer ediyor kendine
Çilek kokusunu seviyor köftehor
Rahatı iyi gülen adamın
İşi bu ya işte, gülüyor
Bıyık altından gülüyor adam, bıyık üstünden gülüyor
Bıyık yanından, bıyık sağından bıyık solundan
Bıyığı söküp alıyor kalbin sahibi çilek kalpli kadın
Sen gül ki herke görsün diyor
Artık bıyık altından gülemiyor gülen adam
Güldüğü daha iyi anlaşılıyor
Gülmese de gülüyor gibi ne garip
Gariplik bile komik gibiliğin yanında
Güldükçe ölmüyorlar
Ölmedikçe gülüyorlar
Neden ölmediği belli de adamın
Neden güldüğü belli değil
(Parantez içinde anlatayım mı illa)
O parantez açılırsa kapanmaz ki şayet)
(Parantezler kapanmak içindir.
                    )(
Öyle bıyık bir sevgi var ki
Çilek kalpli kadının kalbindeki
Gülen adamın içinde
Sorma gitmesin…