Bir bıçağı diğer kahvaltılıklara bulaştırmamaya çalışarak
kahvaltımızı zehir ettiğimiz günlerden biriydi. Zaten hayat yeterince karmaşık
bir de hangi bıçakla ne alırım diye düşünecek değilimdim. Ben de uyanıklık
yapıp bıçakla bir şey aldıktan sonra iyice temizleyip boş bulduğum yere koyuyordum.
Çok değerli ev arkadaşlarımla “Beşiktaş’ta niye sinema yok” temalı tartışmamıza
“Belki belediye başkanının haberi yoktur. Bir ara gidip konuşalım” diyerek
noktayı koymuştuk. O uyku sersemliğiyle hangi bıçak nereye diye düşünemezken bu
kafayla gitsek başkanla konuşurduk. (En olmadı bir yazıda karşılaşırız.)
Muhabbet güzergâhı bilinçsiz bir şekilde “İnsanoğlunda kaş neden var?” a gitti.
Bu konuyu yargılayacak bilgi donanımına sahip olmadığım için sustum. Bir ara
Enes’i arar gerekli bilgileri alırız dedim. Sohbet kapatan tip olarak
kahvaltının iticisiydim ama kahvaltıyı ben hazırladığım için bir şey
diyemezlerdi. Hep böyle olur zaten. Yolda biriyle karşılaşıp konuşurken hadi
görüşürüz madem deyip de antipati toplayan hep ben olmuşumdur. Muhabbet vardı
da biz mi etmedik.
Ben tam kendi iç muhasebemi yaparken bizimkiler durmamış
konu düşünüyordu tabi. Uzaklara dalmış gitmiştim. Hayatımda düştüğüm antipati
anlarını düşünüyordum. O sırada bir adam gözümden düştü. Ciddiyim bu sefer adam
ciddi ciddi gözümden düştü. Pat diye yere yapıştı. Fatıldı! Kapaklandı! “Bu bir
kuş.” “Bu bir uçak” “Hayır bu Flex”. Flex mi ne flexi yav yok artık halıflex. Yere
öyle bir yapışmıştı ki resmen halıflex gibi duruyordu. Heyecandan ismini yanlış
telaffuz etsem de bu Felix’ti. Görünüm itibariyle parlak kostümüyle Zeki
Müren’i andırsa da pat diye yere düşünce hala hayat belirtisi göstermesinden
anladım ki bu Felix’ti. Sen kalk göklerden atla da bizim mahalleye düş. Tam
anlamıyla bir Tanrı misafiriydi. Acaba atladığı alet Türk Lirasıyla ne kadar
ederdi?
Ben bu gerekli gereksiz ayrıntıları düşünürken tabi ki boş
durmadık. Hemen Felix’in yanına koştuk. Felix sendeleyerek ayağa kalkmaya
çalışıyordu. Yalpalayıp yere düşüyordu. Oksijen çarpmış olmalı diye düşündük.
Gerçekten düşenin dostu olmuyormuş. Bu olay onun canlı tanığıydı. Mahalleden
kimse yardıma koşmadı. Onurcan’la koşup kollarından kavradık. Öncelikle sakin
olmasını söyledik. Anlamadı. Hala tedirgindi. Ben Türkçe’den anlamadığını
düşünmüştüm ki kulağındaki mp3 player dikkatimi çekti. Hemen kulaklığı çektim.
Bırındırın bırın bırın diye gelen ses meğer Mahsun Kırmızıgül’den “Yıkılmadım
Ayaktayım”mış. Şarkıyı duyar duymaz aklınıza gelen ilk tepkiyi değil elemeyecek
olan 7.tepkiyi verdim. “Aaa Türkçe biliyor.””Abi iyi misin?” dedim. İyi
olduğunu iddia etti. Elinde soğanla tam takım giyinmiş Dündar geldi. Felix’e
soğan koklatmaya çalıştı. Böyle antin kuntin şeyleri hep ondan beklemişimdir
zaten. Bir de soğan fikrinin yanında yılda bir özel günlerde giydiği takımını
giymişti. Adam burada can çekişirken gidip onu giymesi sinirimi bozmuştu ama
soğan fikri iyiydi. Dik dik Dündar’a bakınca
“Ne yani misafirimizin karşısına…” deyip bıraktı. Mahcup olmuştum.
Felix’in koltuk altlarına girerek eve taşıdık. Biz
Onurcan’la koltuk altındayken Dündar önde hala soğan koklatıyordu. Fazlası
zarar diye düşündüm küçük bir hareketle burnundan çektirdim soğanı. İçeri
girdiğimizde hemen bir çay ikram etti. Çayı içince bülbül gibi açıldı Felix.
Hatta o sağlam Türkçesi hafif Karadeniz şivesine kaydı. Şiveyi tam yapamıyordu.
Neyse sonuçta biz de 39 km’den atlayamazdık. Bildiğin havadan-sudan konuşuyorduk. Hiçbir muhabbet bu kadar havan sudan olmazdı. Strotesferden başlayıp teker teker katmanların dedikodusunu yaptık. Bu yol uzunluğu aklıma geldiğinde
“Abi yol yorgunusundur. İstersen içeri yatak yapalım.”dedim. “Yok biraderim
sağolasın acelem var. Çayı içeyim kendime gelirim. Çayı içip kaçacağım.”dedi.
“Ne bu abi ateş almaya mı geldin?”dedim. Bir ateş isteyip sigarasını yaktı. Yol
yorgunluğunu atıyordu. Onurcan Felix’in konuşmasındaki hafif Çorum şivesini
yakaladığında iyice derin muhabbete girdi. Ben de bu sırada düştüğünde mp3’üne
baktığım aklıma geldi. Uzun yola çıktı bir sürü şarkı atmıştır şimdi, başka
hangi şarkılar vardı diye baktığımda Mahsun Kırmızıgül’ün diskografisiyle
karşılaştım. Adam bildiğin Mahsun hayranı çıktı. Takdir ettim. Bu kadarını
torrentte bile bulamazdı. “Tutun kollarımdan düşerim şimdi” şarkısını bir
taneyle yetinmemiş üç sanatçının yorumundan atmıştı. İyi bi şarkı bulsam
bilgisayara atacaktım ama müzik zevklerimiz uyuşmuyordu.
Felix bildiğin klasik zengin kalkışı yaparak ellerini
dizlerine vurdu ve müsaade istedi. Müsaade verdik tabi adam tutamazdık. Havaalanına nasıl gideceğini sordu. Adama
metrobüs demeye çekindik. Sen git
uzaydan atla gel burada metrobüse bin. Çekilecek çile mi? Taksi de fazla
yazardı. Adam uzaydan gelmiş yanına para almamıştı belli. Biz de o kadar para
veremezdik. Hazarfen geldi aklıma durup dururken. Galata Kulesinden atlasa
belki yeniden uçardı. Saçma fikrimi kendime sakladım. Felix’le numaralarımızı
aldık, faceden ekleştik. Sonra’da metrobüs ve aktarması olan metro durağını
tarif ettik. “Ben yurt dışını arayamam çaldırırım abi sen anlarsın” dedim. “Ben
ararım seni zaten merak etmeyesin.”dedi. O “-meyesin “ çok samimi gelmişti,
inanmıştım. Ama bir daha Felix’ten haber alamdık. Oysa ki metrobüse binmeden
önce mp3’üne sürpriz olsun diye Serdar Ortaç diskografisi atmıştım.
0 yorum:
Yorum Gönder