Noter Adamın Kamburu


Noter Adamın Kamburu

Bu dünyada insanoğlunun yapabileceği en büyük 3 icada sahipti çok şükür. Klima, mikrodalga fırın ve motosiklet. Onun için insanoğlu daha öteye gidememiş, daha sonra hiçbir halta yaramamıştı. Uzun yıllar süren eğitim hayatının sayesinde çalıştığı noter dairelerinde hep klima vardı. Eğitim hayatı boyunca çektiği cefaların sefasını bu sayede sürüyordu. Hemen ilk maaşıyla evine de bir tane almıştı. Hatta “Nemelazım yaş olur yağmur olur” diye düşünerek mutfağa da aynı klimadan taktırmıştı. Böylece koridorun sonunda bulunan mutfağın klimasıyla, koridorun başında bulunan salonun klimasını aynı anda aynı derecede açıp diğer kullanmadığı odanın kapısını kapatarak evde kendine has mikroklimik bir iklim yaratıyordu (Yazları soğuk ve sulak, kışları işe sıcak ve maaşlı). Mikroklimik demişken mikrodalgadan bahsetmemek olmazdı. İnsanoğlunun mucizelerinin baş tacıydı. O olmasa neredeyse aç kalmıştı. İlk maaşının 4/2’sini ilk klimaya yatırdıktan sonra kalanın 3/1’ini de mikrodalga fırına yatırmış hayatını 4.sınıf matematik problemine çevirmişti. Sırtındaki eğriliğe rağmen zinde kalmasını bu mucizevi alete borçluydu. Canı ne isterse onu alıp yapabiliyordu. Öyle güzel dondurulmuş gıda yapıyordu ki bazen insanlar (açlıktan) parmaklarını yiyordu. Kim ne derse desin o yediğinden içtiğinden memnundu. Hazırlayacağı gıdayı özenle ambalajından çıkardıktan sonra bir güzel porselen tabağa yerleştiriyordu. Bunu yapmak ayrı bir meziyet gerektirirdi, boşuna eziyet çekip yemek yapmayı öğrenmeye gerek yoktu. Zaten eli de lezzetli değildi onca. Ama asla işini yarım bırakmaz mikrodalgaya koyduğu yemeğin başında beklerdi. Önceleri balerin edasıyla dönen porselen tabağın içindeki üst üste dizilimiş nuggetları ısıtma işlemi bitene kadar pür dikkat izler hatta dönenen nuggetlar tabaktan düşünce mutlu olur gülümserdi. Şimdi ise konu komşudan duyduğuna göre mikrodalga fırın çalışırken yaydığı ışın çok zararlıydı ve şekil bozukluklarına yol açıyordu.  Bu kadarını göze alamazdı ve o yüzden fırının bakış açısının dışında kalacak şekilde yemeğini bekliyordu artık. Konu komşuya gelmişken konu daha sonra komşuya gelecekti zaten ama önce insanoğlunun üçüncü mucizesi motosiklet vardı. Bu mucizevi aletin 2003 model Honda Beat’ine sahipti. Çıkar çıkmaz almaya ta İstanbul’a gitmişti. İstanbul’dan memlekete kadar motosikletle gelecek kadar çılgın olmadığı için bir kamyon şoförüyle anlaşmış, motosikleti kasaya kendini de kamyonun sağ koltuğuna atmıştı. Yol boyunca kamyon şoförü muhabbeti onun kamburuna getirdikçe gidişatı klima,motor,mikrodalga fırın ve noterlik gibi kendi uzmanlık alanına doğru çekiyordu. Aslında kendiyle barışıktı ve bunu şöyle özetlerdi: “Nerem eğri ki?”

İstanbul’a yabancı değildi. 4 yıl fire vermeden İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okumuştu. Çabuk çabuk bitirip memlekete dönme hevesi içindeydi. Okuldaki insanlarla pek muhatap olmadan kendi kabuğunu oluşturmuş ya da insanlar onu bir kabuğa hapsetmişti. O alışkındı böyle durumlara, tarih boyunca böyle olmuştu. Tarih teşekkürden ibarettir deyip hepsine teşekkürlerini iletti. Arkadaşı olmadığı için belki bugün buradaydı, zaten onlara da ihtiyacı yoktu kendi yükü kendine yeterdi, başka da bir yük sırtlanamayacak kadar ağırdı yükü. Kendini “Yükler denizinin adaletli kovboyu” olarak özetlerdi. Nasıl bir kovboyun denizlerde yeri yoksa onun da bu büyük şehirde yeri yoktu, tahminlerine göre bu şehir 5 sene daha da büyücekti. Nitekim büyüdü de o da buna şahitlik etti. Okulu dereceli bitirdiği için noterlik stajını İstanbul’da yaptı. Tahminlerinde yanılmadığı üzere şehir büyüdükçe kendisi minyonda bir görülen bir hastalık gibi küçücük kalmıştı. Kendisinin bu durumunu “Büyük denizdeki şambrelli küçük adam” olarak özetlerdi.

Stajını yarışma programlarında geçirdi. “Var mısın? Yok musun?” dahil birçok yarışma programlarından duyduğumuz “Noter bey”di o. Stajı süresince birçok mavi kutuyu kırmızı mumlarla mühürlemişti. Onun huzurunda bir sürü zayıflama çayı, diş macunu, saç çıkaran sprey reklamı çekildi. Noter huzuru bu staj evresinde aldığı acı bir haberle kaçmıştı; show dünyası onu çabuk yordu ve stajı biter bitmez memleketine tayini istedi. Sonuçta o kendine “Küçük şehrin yavaş delikanlısı” ya da “Tavşanı yenmeye niyeti olmayan kaplumbağa” diye tabir ederdi. (Tabi caize)

Memleketinde mutluydu. Klima, mikrodalga fırın, motosiklet üçgeninde bir hayat sürüyordu. Noterlikte iyi para vardı doğrusu; aslında düzgün bir aile hayatı olsa ailesini bolluk içinde yaşatabilirdi. Olmadı işte, yalnızlık vekaleten atılan bir imza gibi bastıra bastıra işlenmişti alnına. O olanları “Kambur felek hayatımda ete kemiğe bürünmüş” diyerek açıklardı. Babası onu ,daha baba kelimesinin telafuzunu pratiğe dökemeden, annesinin kucağında bırakıp gitmiş; annesi ise onun teorideki ve pratikteki tek yoldaşı olmuştu. Dış görünüşüyle arasında küçük sürtüşmeler olsa da annesi onun elinden tutmuş her zaman yanında olmuştu. “Okeyacak benim oğlum! Annesine bakacak, böyük adam olacak.”diye topluma kazandırmıştı kendisini. Ortaokulun sonuna kadar annesi elinden tutup okula götürmüş, lise yıllarındaysa o annesinin elinden tutup zorla okula gitmişti. Annesi yanındayken kafadan atılmış bir bilmeceyi çözebilecek kadar güçlüydü. Üniversite yıllarında annesini bırakıp İstanbul’a gitmek ona bir hayli zor geldi. O dönemi kendisi “Çizgilere basmadan yürüdüğüm bir Arnavut kaldırımın sonundaydım.”sözleriyle açıklardı.

Üniversiteye attığı ilk adımda kendi kendine “İş sahibi olur olmaz annemin üzerine bir ev yapacağım.”diye bir söz verir. Bunun hayatta verdiği ilk söz olduğu aklının ucundan bile geçmez o zamanlar. Fakat annesi onun stajlarda dirsek çürüttüğü dönemlerde ansızın hakkı rahmetine kavuşur. Bu cümledeki “kavuşmak” kelimesinin her zaman yaşamın sırrı olduğunu düşünmüştür kendisi. Olayı olgunlukla karşılar. Annesinin vefatı üzerine ettiği “Elbet bir gün güleceğiz o yüzden ölümü yüzümüzden eksik etmeyelim.”sözünü bir başkası duysa kesin bir filmde kullanırdı fakat o her zamanki gibi tüm açıklamasını içinde yaptı ve geçti. Bir damla yaş akıtmadan ağlayacak kadar yetenekliydi doğrusu. Nitekim annesine verdiği sözü tutup onun üstüne ev yaptı. Evet annesini şehirden uzak bir yere defnettikten sonra üstüne dubleks, çift balkonlu bir ev yaptı. İçini dayadı, döşedi. İçeride tabi ki mikrodalga fırın ve klima vardı. Böyle yaparak annesini potansiyel yatır konumuna getirdiğini ve artık onun ölümsüz olduğunu düşünüyordu. Annesinin her gece uyanıp evde hayatına devam ettiğini düşündüğü için hiçbir zaman o evde kalamadı. Bahçeye diktiği çiçekleri sulamak için iki günde bir geliyordu eve mutlaka, bu esnada insanoğlu mucizesi olan motosiklet devreye giriyordu tabi ki. Onu annesine ulaştırıyordu. O annesine her gidişini “Anneme gidiyorum.”diyerek özetlerdi.

Mezar yerini ondan başka kimse bilmiyordu. Mahallerde bir sürü rivayet türemişti. Yok yakmışmış da cesedi, yok küllerinden yeniden boğmuş da annesini, yok kendisi tövbö tövbe… Tamam kendisi cumaları aksatırdı fakat o kadar da değildi. Annesi vasiyetinde onu komşulara emanet ettiği için, komşularında annesini çok sevdiği için onu hiç yalnız bırakmadılar. Konu komşuya tekrar gelmişti böylece. Böylesine fantastik fakat monoton bir tezatlıkta yaşayan adam tabi ki de komşu kızına aşıktı. Yıllardır aşkını itiraf edemediği kız, etse de karşılık bulamayacağını bildiği ona haftanın yedi gününün akşamı envayi çeşit çorba getiren ve boş kaseyi alıp ertesi gün tekrar dolusunu getirecek güzellikteki, sıcak çorba kasesini eli yanmasın diye avuç içini büzerek tutan ve kendi ellerinden onun ellerine içi çorba dolu kaseyi aktarırken dikkat etmesini söyleyecek kadar düşünceli Aslı’ydı. Aslı gibiydi aslında. Devletinin ona verdiği yetkiye dayanarak dünyadaki her güzelliğin ve özelliğin altına “Aslı gibidir.”mührünü basıp imzasını atabilirdi. Her şey onun yanında hiçbir şeydi. O varken dünyanın geri kalanı ancak gibi olabilirdi zaten. Her ne zaman yıldız kaysa, mum üflese, kirpiği yanağına düşse, biri bir dilek tut dese tuttuğu ikinci dilekti Aslı. İnce ince diliyordu dilekleri, henüz kabul edilip edilmediğini bilmediği için her fırsatta diliyordu işte. Bazen terslikler olmuyor değildi tabi. Üflediği mumunun sönmediği çok olmuştu. Yanağındaki kirpiği alan iş arkadaşı “Alt mı? Üst mü?”dediğinde kirpiğin parmakları arasında olmadığını görmüştü. Hatta bir keresinde yıldız kayarken dilek tuttuğunda yıldızın geri dönüp yerine oturduğunu bile gördü fakat yılmadı. O dileklerine devam etti. O bu bahtsızlığını; hiç bitmeyecek bir hikâyedeki tam olarak tasvir edilmemiş yan karakter olmasına bağlıyordu. Kendisini bunun üzerine “Cümle bitiren bir virgül” olarak özetledi,      

1 yorum: